Üst menü linkleri vb şeyler buraya gelebilir...

SBS

ATTRKCLK

Kemalizm, Atatürkçülük ya da Atatürkçü Düşünce, Mustafa Kemal Atatürk'ün düşünce ve uygulamalarıyla ortaya koyduğu amaçlar, ilkeler ve gerçekleştirdiği devrimlerdir. Türkiye Cumhuriyeti de, anayasasında belirtildiği gibi, özellikleri ve uygulamalarıyla Atatürkçülük doğrultusunda hareket etmişti.[1]

Kemalizm; temel ilkelerini Atatürk’ün belirlediği, Türk ulusunun, akıl ve bilimin yol göstericiliğinde ileri bir toplum olarak çağdaş uygarlık düzeyine erişmesini[2], tüm insanlığın içinde bağımsız, eşit ve şerefli bir biçimde yer almasını amaçlayan bir düşünce sistemidir. Atatürkçülük olarak da adlandırılan bu sistem, Türk toplumunun gereksinim ve isteklerinden doğmuş; devlet yaşamına, düşünce yaşamına, ekonomik yaşama, toplumun temel kurumlarına ilişkin gerçekçi düşünce ve ilkeleri içeren tümden bir ulusal çağdaşlaşma, değişim ve dönüşüm modelidir.

"Kemalizm" terimi 1930'larda kullanılmaya başlanmıştır. 1934'de Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı, Türk kültürü ve Türkiye Cumhuriyeti'ni tanıtmaya yönelik olarak La Turquie Kemaliste (Kemalist Türkiye) dergisini yayımlamaya başlamıştır. [3] Mustafa Kemal'in kurduğu bu düşünce sistemi, Cumhuriyet Halk Partisi’nin 9 Mayıs 1935’te toplanan IV. Kurultayı'nda kabul edilen 1935 Programı’nda da "Kâmalizm" olarak geçmiştir[4].
 

Mustafa Kemal, Cumhuriyet anlayışını devletin merkezine koymuş ve ismini Türkiye Cumhuriyeti olarak ilan etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, Altı Ok olarak adlandırılan Atatürk İlkeleri, yani:

Kemalizm Anadolu'da yaşayanların (etnik kökenlerinin ve dinlerinin) hepsinin üstünde ulusal bir Türk kimliği görür. Devletin varlığını ve birliğini bu kimliğin geliştirilmesinde bulur. Atatürk milleti şöyle tanımlamaktadır:

Bir insan topluluğunun millet sayılabilmesi için "zengin bir hatıra mirasına, birlikte yaşamak hususunda ortak istekte samimi olmaya, sahip olunan mirasın korunmasını birlikte sürdürebilmek konusunda iradelerin ortak bulunmasına, gelecekte gerçekleştirilecek programın aynı olmasına, birlikte sevinmiş, birlikte aynı ümitleri beslemiş olmaya" ihtiyaç vardır, işte bu ana şartları taşıyan bir insan topluluğu millet sayılır.
 

Atatürk'ün devletinin laik ve üniter olması devletin toplumla ilişkilerinde din ve etnik ögeler bakımından tarafsız olması gerekliliğini ortaya koymaktadır. Atatürk devleti şekillendirmeyi ve bu bağlamda devletin milletle ilişkisini düzenlemeyi savunmuştur. Atatürk'ün millet anlayışında Türk kimliği milliyetçilik ilkesi doğrultusunda, tüm etnik grupları tarafsız olarak içine alır. Cumhuriyet'in devamlılığı için bu ilke, pragmatik bir doğrultuda, tarafsız bir biçimde ilerletilir. Bu sayede Türk Milleti'nin toplumun en etkin gücü olması öngörülür.
 

Türk Devrim sürecinde izlenen yöntemler ve gerçekleştirilen eylemler; uygulamayla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuralları olarak ortaya çıktı. Bağımsızlık savaşının bir ulus-devlet halini almasına doğru yönelen bu kurallar Kemalizm’i oluşturdu. Devrim sürecinde ve devrimin önderi tarafından ortaya konulan bu kurallar Kemalizm’in değişmez ilkeleridir. İlkelere bir bütün olarak Kemalizm (Atatürkçülük) adı verilmektedir. Bir başka tanımla Kemalizm, Türk Kurtuluş Savaşı’nda ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda temel olan değişmez fikir ve ilkelerin tümüdür.
 

Kemalizm, yukarıda açıklandığı gibi birtakım ilkeleri ve politikası olan bir ideolojidir. Ulusal ve laik bir modern devlet tipidir. Bazı kesimler tarafından Türkiye Cumhuriyeti'nin temel doktrini ve ideolojisi olarak kabul edilmektedir.Sıklıkla Kemalizmin bir fikirler sistemini temsil etmekten çok ülkeyi tümüyle pragmatik bir yöntemle modernleştirmeye çalışan politik bir uygulama olduğu vurgulanır. Bununla birlikte Kemalistlerin yaptığı devrime rehberlik eden belli fikirler vardı ve bunlar esnek bir biçimde de olsa CHP ideologları tarafından sistemleştirilmişti. [5]

Kemalizm pek çok kişi ve grup tarafından sağ ve sola rakip "üçüncü bir yol" olarak tanımlanmaktadır. Çünkü 1920'lerin kendine özgü yapılı Türkiye'sinin ihtiyaçlarından doğmuş temelinde sınıf çatışmasından ziyade "Tam Bağımsızlık" ve "Anti-Emperyalizm" olan bir ideolojidir. Lozan'da taviz verilmeyen tek konunun tam bağımsızlık olması daha sonrasında Balkan Antantı ve Sadabat Paktı antlaşmalarına imza atılmasının yanında davet edilmesine rağmen Birleşmiş Milletler'e girmemesi bu temelin sonuçlarındandır.

Bir diğer grup da Kemalizm'i sol kanat ideolojisi olarak görmekte, onu üçüncü yol sayanları Kemalizm'i siyaset dışına atmaya çalışmakla ve de sadece bir düşünce sistemi olarak sınırlandırmakla eleştirmektedir. Hatta eleştirdikleri düşünceye sahip olan insanların sağcı olduklarını iddia etmekte ve Kemalizm'i sağ sayamayacakları sebebiyle sol da sayılmaması için uğraşan insanlar olarak görmektedirler. Bu düşünceye göre Milliyetçilik sola engel değildir. Nasır, Nehru, Sultan Galiyev, Lumumba gibi ulusal kurtuluş savaşı vermiş isimlerin de kendilerini solcu tanımlamalarından yola çıkarak esas milliyetçiliğin solda olduğu fikri egemendir.
 

1911'de Vardar'da alay komutanı Andertin, bardağını "Arnavutluk ayaklanmasını bastıran Osmanlı ordusu onuruna" kaldırır. Bunun üzerine Mustafa Kemal söze girerek:

Türk ordusu için iç savaşta başarıya ulaşmak bir zafer değildir. Bu olayın onuruna, ülkeyi seven bir adam olarak ve Türk subayı olarak sevinip kadeh kaldıramam. Bundan ancak üzüntü duyabilirim. Arkadaşlar, bana dikkat edin, sözlerime kulak verin. Osmanlı ordusu değil Türk ordusu bir gün gelecek Türk varlığını, Türkün bağımsızlığını kurtaracaktır. İşte asıl o vakit sevineceğiz, öğreneceğiz. İşte o vakit Türk ordusu görevini yapmış olacaktır.
 

Bu sözler, Atatürk'ün ordunun işleviyle ilgili genel yaklaşımını yansıtır. Ama Kemalizm açısından asıl önemli olan, Atatürk'ün kafasındaki "ordu-siyaset" ilişkisidir. 1924'de TBMM açış konuşmasında şu tümceler vardır:

Sayın üyeler, ülkenin genel yaşamında ordunun siyasetten soyutlanması Cumhuriyetin her zaman gözönünde tuttuğu temel bir ilkedir. Şimdiye kadar izlenen bu yolda Cumhuriyet orduları vatanın güvenilir ve güçlü bekçileri olarak saygın ve kuvvetli kalmışlardır.
 

Atatürk daha ileri yıllardaki bir konuşmasında da şöyle demiştir:

Arkadaşlar, tüm tarih bize gösteriyor ki uluslar yüce hedeflerine ulaşmak istediklerinde bu coşkularının karşısında üniformalı çocuklarını bulmuşlardır. Tarihin bu geneli içinde büyük bir istisna bizim tarihimizde, Türk tarihinde görülür. Bilirsiniz ki Türk ulusu ne vakit yükselmek için bir adım atmak istemişse, önünde hep önder olarak, yüksek ulusal ülküyü gerçekleştirecek hareketlerin kılavuzu olarak, kendi kahraman çocuklarından oluşan ordusunu görmüştür... Bu evlatlarımız arasında yarının kahramanlarını yetiştiren öğretmenlerimiz de vardır... Ben büyük ordumuzun subaylarından ve onlarla birlikte olan, fikriyle, vicdanıyla ve bilim anlayışıyla ulusal kahramanlığı katılmaya hazır Türk gençlerinden söz etmiş oluyorum.
 

Atatürk konuyla ilgili hemen tüm konuşmalarında, orduyu ulusun üzerinde değil "ulusun emrinde" bir güç olarak tanımlamaya özen göstermiştir. Ordunun "ilerici" yönünü vurgulamıştır. "Ordu-siyaset" ilişkisiyle ilgili tutumunu ise, daha genç bir subayken İttihat ve Terakki'nin 1909 Selanik Kongresi'nde ortaya koymuştur:

Subaylar partide kaldığı sürece, ne güçlü bir partiye ne de güçlü bir orduya sahip olabiliriz. Üçüncü kolorduya bağlı subayların çoğunluğu aynı zamanda partinin de üyesidirler, etkili bir güç oluşturduklarını ise söylemek zordur. Buna karşılık, parti de halkı kendine çekme imkânına sahip değildir; çünkü gücünü ordudan almaktadır. Partide kalmak isteyen subayların ordudan istifa etmeleri kararını burada verelim. Ayrıca geleceğin subaylarına siyasal ilişkiler kurmayı yasaklayan bir kanunun kabulüne de ihtiyacımız vardır.
 

Atatürk'ün "ya üniforma ya siyaset" tavrı o kadar nettir ki Cumhurbaşkanı olduktan sonra, halkın karşısına hep sivil kıyafetle çıkmaya bile özen göstermiştir. Üstelik "mareşal" üniformasını yaşamı boyunca taşımak hakkına sahip olduğu halde; ve asker kökenli olmayan birçok devlet başkanının bile resmi törenlerde üniforma taşıdıkları bir dönemde...

Kemalizm'deki ordu anlayışı Türk ordusunun her müdahaleden sonra kışlasına çekilmesi ile de açıklanabilmektedir. Hiçbir askeri cunta Kemalizm'i ve Atatürk'ü yadsımadan iktidarda kalamaz. Böyle bir ideolojik yadsımaya gidilmesi de ordunun desteğini keseceği için askeri yönetim olanaksızlaşır.
 

Atatürk pek çok sözünde, Cumhuriyeti siyasal iktidarlara değil de gençliğe emanet ettiğini beyan etmiştir. Bunun en temel sebepleri gençlerin yeniliklere açık bireyler olması, köklü değişikliklerden korkmamaları, daha iyi bir yarın umut etmeleridir.

Gençlerin "bireysel enerji" düzeyi bu durumu etkileyen sebeplerin başında gelir. Yıllar geçtikçe enerjisi azalan kişi, uyum göstermek için yeni çabalar gerektirecek köklü değişikliklerden korkmaya başlar. Yıllar geçtikçe toplumda iyi bir konuma gelinmesi ve elde edilen olanakların elden kaçırılmamak istenmesi yaşlı bireyleri tutucu olmaya yönlendirir bu da köklü değişikliklere meyletmemelerinin sebeplerindendir. Bir başka sebep de elde edilen birikimlerin yeniden kazanılmasına imkân sağlayacak sürenin de kalmamasıdır.

Genç, kendisi dışında henüz bir sorumluluk üstlenmemiştir. Davranışlarını ayarlarken ya da toplumda bazı köklü değişimlerden yana tutum takınırken, bir anlamda özgürdür. Oysa evlenmek ve çocuk sahibi olmakla somutlaşmaya başlayan sorumluluklar zinciri, ileriki yıllarda adımlarını çok daha dikkatle ve ihtiyatla atmasını gerektirecektir.

Her toplumsal hareket giderek kurumsallaşmaya ve dolayısıla da uysallaşmaya, tutuculaşmaya yüz tutar. Oysa bu gençlik hareketleri için söz konusu değildir. Çünkü gençlik, sürekli yenilendiği için kurumsallaşamayacak, kalıplaşamayacak bir güçtür.

İşte tüm bu nedenlerden dolayı, gençler idealisttir. Cumhuriyetin de Atatürk tarafından gençlere emanet edilmesinde gençlerin bu "idealist" yönü ağır basmaktadır.

Atatürk 30 Ağustos 1924'te Dumlupınar'da şöyle sesleniyordu gençliğe:

Gençler, cesaretimizi pekiştiren ve sürdüren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz terbiye ve kültürle insanlık erdeminin, vatan sevgisinin, fikir özgürlüğünün en değerli simgesi olacaksınız. Ey yükselen yeni kuşaklar, gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yüceltecek ve sürdürecek olan sizlersiniz.
 

Atatürk gençlere güveniyor ve onlara "sürekli savaşım" öneriyordu :

Yeni Türkiye devleti tüm Türklük özelliklerini, yani onun dinç, kararlı, erdemli olma özelliklerini kendinde toplamıştır. Gençler ! Biz size geçmişten, geçmişin boş inançlarından geçmişin kalıtılarından arındırılmış yeni doğuş getirdik. Olayların zorunlu sonucu demek olan bu doğuş sizin değerli katkılarınız ve aydın desteğinizle ortaya çıktı. Bu yeni varlığı büyütüp yüceltmek size yöneltilmiştir. Bu görevde başarılı olacağınıza, gördüğüm kanıtlara bakarak kuvvetle inananlardanım.
 
Sayın gençler, yaşam savaşımdır. O nedenle hayatta sadece iki şey vardır: Yenmek, yenilmek. Size, Türk gençliğine verdiğimiz ve bıraktığımız vicdani armağan, sadece ve hep yenmektir ve inanıyorum ki hep yeneceksiniz. Ulusun saygınlığı ve yükselme koşulları bakımından yapılacak işlerde ve atılacak adımlarda hiç duraksamayınız. Ulusu o yükselişe ulaştırmamızı önleyecek engellere hep birlikte göğüs gereceğiz... Kesinkes o amaca ulaşacağız. Bu ulus sizin gibi evlatlarıyla hak ettiği yüceliğe erişecektir.
 

Atatürk'ün ve Kemalizm'in gençliğe bakışı Ata'nın Bursa Nutku ve Gençliğe Hitabesi ile de anlaşılabilmektedir.
 

Atatürk, Türk kadınını yeniden topluma kazandırmakta kararlıydı. Şöyle diyordu :

Daha esenlikle, daha dürüst olarak yürüyeceğimiz yol vardır. Büyük Türk kadınını çalışmamıza ortak etmek, yaşamımızı onunla birlikte yürütmek, Türk kadınını bilimsel, ahlaki, sosyal, ekonomik yaşamda erkeğin ortağı, arkadaşı, yardımcısı ve desteği yapmak yoludur esenlikli yol. Eğer kadınlarımız... erdemin gerektirdiği davranış ve hareketlerle aramızda bulunur, ulusun bilim, sanat ve sosyal hareketlerine katılırsa, bu durumu inanın ulusun en tutucusu bile beğenmekten kendini alamaz.
 

Atatürk, kadınların toplum yaşamında erkekler kadar başarılı olacaklarına inanıyordu :

Çok büyük şükranla görüyoruz ve görmekteyiz ki, hanımlarımız her yerde erkeklerle fikir ve aydınlık yolunda yarışırcasına yürüyorlar. Yine şükranla belirtmek gerekir ki, kadınlarımız hiçbir yerde erkeklerin gerisinde değildir. Hemen her yerde kadınla erkek arasında eşitlik görüyorum. Bu durum övülmeye değer. Kadınlarımızın daha az uygun koşullarda erkeklerden geri kalmayışı ve belki aynı koşullarda erkeklerden ileri gidişi övünülecek bir durumdur.
 

Atatürk, kadınların giyimleri konusunda ise ölçülülüğü savunmaktaydı:

Bizim örtünme konusunda dikkate alacağımız şey, bir yandan ulusun ruhunu öte yandan yaşamın gereklerini düşünmektir. Örtünmede her iki yöndeki aşırılıklardan kaçınmakla bu iki gereksinimi de karşılamış olacağız. Örtünüş biçiminizde ulusun manevi gereksinimini tatmin için İslam ve Türk yaşamını başlangıcından bugüne etraflıca açıklığa kavuşturmamız gerekir. Bizim kadın yaşamında, kadının giyiniş biçiminde yenilik yapmamız söz konusu değildir. Belki sadece dinimizde, ulusal geleneklerimizde, tarihimizde zaten var olan, herkesçe beğenilen adetlere geçişi düzenlemek söz konusu olabilir. Kendi zevkimize, kendi terbiye ve düzeyimize göre istediğimiz kıyafeti seçebiliriz. Ancak, tüm ulusun kabul edebileceği biçimleri,tüm ulusun yaşamında uygulama olanağı bulan kıyafetleri herhalde genel eğilime uygunlukta görmek doğru olur. Bazı ulusların zevk alemlerini ülkemizde uygulamaya kalkışmak elbette hata olur. Bu yol sosyal yaşamımızı ileriye ve erdeme götürmez.
 
Kadın konusunda biçim ve kıyafet ikinci derecede kalır. Kadınlarımız için asıl savaşım alanı, başarılı olunması gereken alan, kültürle, aydınlıkla, gerçek erdemle donanmaktır. Ben sayın hanımlarımızın Avrupa kadınlarının gerisinde kalmayacaklarına, aksine pek çok yönden onların üstüne çıkacaklarına, nur ve kültürle donanacaklarına kuşku duymayan, buna kesinlikle inananlardanım.
 

Türk kadınının durumundaki iyileşmeler kısmen de olsa Atatürk'ten önce başlamıştır. Kemalist Türkiye döneminde ise hızlı bir gelişme kaydetmiştir. Kız çocuklarına ilk ve orta okula gitmesi izni 1858'de verilmişti. Ebe okulu, kız sanat okulu ve kız öğretmen okulu aynı dönemlerde açılmıştı. İlk kadın yazarlar, kadınlara yönelik ilk yayın organları yine o sıralarda açılmıştı. İlk kadın derneği ise savaş yaralılarına yardımcı olmak amacıyla 1867 yılında kuruldu. İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra, kadınların konumlarıyla ilgili bazı önemli gelişmeler daha görüldü. İlk kız lisesi, 1913 yılında İstanbul'da açıldı. Halide Edip Adıvar, Kadın Haklarını Savunma Derneği'ni (Müdafaa-i Hukuku Nisyan) kurdu. 1914'te bugünkü adıyla Kız Teknik Yüksek Öğretim Okulu öğretime başladı. 1921'de de, Fen ve Edebiyat Fakültelerinde kızlar erkek sınıflarına girdiler.

Kadının "vatandaş" sayılmasına bile karşı çıkan milletvekillerinin neredeyse çoğunlukta olduğu bir mecliste ve Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın içinde kadının ileri toplumlardaki gibi hak sahibi kılmak için ilk adımlar atılmıştı.[6] Türk kadını 5 Aralık 1934'de seçme ve seçilme hakkına kavuştuğu zaman, demokrasinin beşiği sayılan Fransa ve İsviçre gibi ülkelerde kadınlar henüz bu haktan mahrumdular.
 

Atatürk,Sovyetler Birliği'nde uygulanan komünizmin üretim açısından getirdiği modeli yeterli görmediği gibi, birey hak ve özgürlüklerini, demokrasiyi içermemesini de kendi amaçlarına uygun bulmuyordu. Sovyet Devleti, sosyalizmin savunduğu değerleri eskiden olduğu gibi savunmuyordu. demokrasi yerine diktatörlük, bireysel hak yerine ödevler geçiyordu. Bu yozlaşmayı Atatürk de görmüştü. İçte bir komünist örgütlenmeye de özellikle bu yüzden karşıydı; çünkü bunun "kayıtsız şartsız Rusya'ya bağlanma" anlamına geleceğini görüyordu. Böyle bir durum ise tam bağımsızlığı zedelerdi.

1921 yılında TBMM'deki bir tartışmada ise şu sözleri sarf ediyordu:

Komünizme karşı çare vardır. O da komünizmin ilke ve kurallarını ülkemizde uygulanabilirliğini anlamak ve tüm ulusumuza anlatmaktır. Bu gerçekler ulusumuzun çoğunluğunca tam olarak anlaşılırsa, ya yeteneğimiz vardır yaparız ya da uygulanabilir değildir, anlarız. Korkar, yapmayız. Ancak uygulanabilirliği olmadığı halde uygulamaya kalkışacak olanlara karşı hükumet her yola başvurmakta kendini haklı sayar.
 

Fakat Atatürk'e sorulan Türkiye'ye komunizmi getirip getirmeyecekleri sorusuna ise Türkiye'de bir işçi sınıfının bulunmayışının komünizmin yerleşmesine engel teşkil ettiği ve uygulamanın şu an Türkiye'de çok zor olduğu cevabını vermiştir.

Mustafa Kemal'le görüşmek üzere 1919 Samsun'a gelen bir Sovyet Albayı, Havza'da Mustafa Kemal ile görüşür "Ne yapmak istiyorsunuz?" sorusunu Mustafa Kemal

Bizim hedefimiz Devlet Sosyalizmidir.
 

yanıtını verir.[7]. Buradan Atatürk'ün İşçi Sınıfı'nın oluşmadığı Türkiyede Bolşevizm ve diğer İşçi Sınıfı'na dayanan Sosyalst sistemlern geçerli olamayacağını belirttiği anlaşılıyor. Yani Sosyalizm'i Devlet eliyle kurmaya yönelik Devlet Sosyalizm'i tabirini kullanmıştır.

Şöyle diyordu:

Komünizm sosyal bir konudur. Ülkemizin durumu, sosyal koşullar, dinsel ve ulusal geleneklerimizin baskısı, Rusya'daki komünizmin bizde uygulanmasının elverişli olmadığı inancını doğrular niteliktedir. Biz ne Bolşevikiz, ne de komünist. Ne biri, ne öbürü olamayız. Çünkü biz milliyetçi ve dinimize saygılıyız. Bizim hükumet biçimimiz tam bir demokrat hükumettir.[6]
 

Atatürk yine 1923'de bir yazısında şöyle der:

Devlet yapısını yaşatmak için dışarıya başvurmaksızın memleketin kaynak ve gerekleriyle yetinme tedbirlerinin bulmak gerekir ve mümkündür.[7]
 

Kemalizm Düşüncesinin gelişmesinde büyük katkıları olmuş Hakimiyeti Milliye Gazetesinde Hüseyin Ragıp imzalı 6-8 Mart 1921 imzalı makale Devlet Sosyalizmi konusuna açıklık getiriyor. Yazıda:

Sağa mı? Sola mı? Nereye Gideceğiz? Herhalde sağa değil. Çünkü insanlar fikirleriyle halsiyetleriyle, ilimleriyle devamlı olarak aksi istikameti takip ediyorlar. Eski tarihin insanlığı kendi kendine bağlayan bağları, bilhassa Umumi Harb'in yaptığı büyük sarsıntıdan sonra, büsbütün gevşedi. Ve sola doğru, bazı memleketler seri ve hamleli, bazı memleketler de yavaş ve temkinli bir yürüyüş başlattı.

Şüphe yok, insanlığın düşünüş tarzı, çok derin ve esaslı bir inkılap devresindedir. Bir taraftan krallar, imparatorlar, sağ kanatta merkez partileri ve mutlakiyet parlamentoları zayıflıyor. Diğer tarafdan sosyalistler, hak taraftarları, halkçılar kuvvet kazanıyor. Bu değişim karşısında Türkiye ne tarafa dönecek?

Üretim ve üretim vasıtaları bireysel vasfı kaybederek ortak olmaktadır. Fakat onların mülkiyeti bu gelişmeye tabi olarak ortak olamamış, bireysel ve kişisel kalmıştır. Cihan inkılabı işte bu son gayri tabiilikten çıktı. Bu ihtilalin müdafa ettiği dava şudur: "Üretim ve üretim vasıtalarını gelişme ortak bir hale getirdi bu ortak mesai ve teşkiletın menfaatı da ortak olmalı, şahis olmamalıdır. Hiç şüphe yokki bu dava haklıdır. Çünkü üretim müesseselerinin şahıslar elinde kalması, makineler sayesinde çoğalması lazım gelen refahı akamete uğratıyor. Fabrikatörler çağunlukla insanlara faydalı olan şeyleri değil, çok para eden maddeleri üretmeye çalışıyor. Tacirler, staklarını memleketin muhtaç bölgelerine değil, çok para eden bölgelerine taşıyorlar. Bankalar sermayeleri, insanları sefaletten kurtaracak zeminlerde, insanların hayrı için değil vurgunculuğun çok olduğu yerlerde sarrafların mefaatleri için işletiyorlar..[8]

 

Atatürk Hakimiyeti Milliye gazetesinde 24 Ekim 1920 tarihli yazısında şunları söylüyor:

Mesleki Temsil, Avrupa’da yoktur.Çünkü Avrupa, demokrasi sistemi üzerinde duruyor.Rusya’da ise hususi bir şekilde vardır.Yani mesleki temsilin esası ve sebebi olan mesleki teşekkül mevcuttur ve büyük bir süratle gelişiyor.

Mesleki Temsil demek, Türkiye’de mesleki teşkilatı süratle vücuda getirmekten ibaret geçici bir tedbirdir.Esası, memleket işlerinde hakiki, milli ve bilhassa salim bir tarzda ‘’emek’’ düsturunu hakim kılmaktan ibaret olan sosyalizm, yani komünizmdir.

Memlekette her şeyden evvel emeği hakim kılmak , zararlı mücadeleleri ve bilhassa bürokrasi tahakkümünden ibaret olan hükümet kuvvetlerini ortadan kaldırarak, bütün kudret ve salahiyeti halkın çalışan kısmına vermek lazımdır.Ancak emek erbabı, yeni tabiriyle emekçiler, genel hizmetler meselelerinde cahil bulunmaları hasabiyle iyi kullanamayacakları için süreç gerekmektedir.Mesleki Temsilin düzenli uygulanması durumunda sosyalizm kaidelerinin bütün esaslarının, memlekette kolaylıkla ve verimli bir surette tatbiki mümkün olacaktır.

Mesleki Temsil, zaruri olarak tamamen komünist bir programın parçasıdır.Bunu müdafaa edenler, memleketin ancak sosyalist-komünist bir programla idare edilebileceğine kanidirler.

Mesleki Temsilin başlı başına bir program ve bir hükümet tarzı değil, beklide aslında genel manadan bağımsız bir alet ve vasıta olduğunun en büyük bir delili de, bunun en komünist bir tarz için bir alet olduğu kadar, aristokrat temsil tarzı için de bile alet olabileceği hakikatidir.Biz bu usulün, yahut daha doğru bir tabir ile bu aletin, memlekette tamamen ‘’komünist’’ bir idare için kullanılmasını istiyoruz ve tamamen kani buluyoruz ki, bu alet bizi istediğimiz gayeye götürecektir. [9]

Mustafa Kemal 1920'de kendi isteğiyle Türkiye Komunist Fırkası kurulmuştur. Bazı sovyet temsilcilerine kendisinin de bu partiye üye olduğunu söylemiş ancak komitern'e üyeliği kabul olmayınca parti dağılmıştır.[10]

Hakimiyeti Milliye gazetesinde Atatürk'ün kendi cümlelerin aksine tarihsel materyalist perspektiften bakıldığında dönemin toplumsal şartlerı sebebiyeti ile Komünizm'e bağlanmayı doğru bulmadığı bazı söylemlerinde açıkça gözükmektedir:

Türkiye hiç bir zaman komünist olmayacaktır. Çünkü Türk hükümetinin ilk amacı halka özgürlük ve mutluluk vermek, askerlerimize olduğu kadar sivil halka da iyi bakmaktır.[11]
 
Biz ne Bolşevikiz, ne de Komünist. Ne biri, ne diğeri olamayız. Çünkü biz milliyetperver ve dinimize hürmetkârız. Özetle, bizim hükümet şeklimiz tam bir demokrat hükümettir.[12]
 

Mustafa Kemal 24 Nisan 1920'de yaptigi gizli oturum konusmasinda:

Bildiğiniz gibi Bolşeviklerin kendilerine özgü kimi görüşleri vardır. Ben bunları tüm detayları ve açıklığı ile bilmiyorum. Ancak yapılan görüşmelerde Bolşevikler sürekli kendi görüşlerini kabul ettirme çabası içindedirler. Oysa ulusumuzun da kendine özgü düşünceleri vardır; geleneklerimiz, dinimizin ve ülkemizin gerekleri vardır. Milletimizin gelenekleri, dini gerekleri, yurdun icapları vardır ki; biz ne yaparsak kendimizi, kendi göreneklerimizi, dini gereklerimizi göz önünde tutmak ve ona göre kendimize ihtiyaç duyulan esasları koymak zorundayız. İşte sırf bu nedenle bizimle bolşeviklik arasındaki ilişkiyi incelemek ve ayrıntılarıyla düşünmek zorundayız. Biz hiç kimsenin, hiç bir ulusun adet ve geleneklerine, ahlaki değerlerine ve ulusal görüşlerine karşı değiliz. Yalnız baskıcı yönetimlere ve yayılmacılığa karşıyız. Avrupalıların, Bolşevizmden korktuklarını ve bizim Bolşeviklerle birlikte hareket edeceğimizden sürekli olarak kuşkulandıklarını dikkate alıyorduk. Bağımsızlık koşullarımız sağlandığı sürece onlarla birlikte hareket etmemizi gerektiren bir neden yoktur. Böylesine önemli ve yüce bir uğraş verirken, herhangi bir yabancı devletle uyuşmazlığa düşmek belki de bizim pişmanlık duymamıza yol açacaktır. Ayrıca böyle bir yetkiye de sahip değiliz. Ulusal sınırlarımız içerisinde, gösterdiğim koşullarda varlığımızı koruduğumuzda, başka bir şey istemek bana göre doğru değildir. Ancak her olasılığa karşı varlığımızı sürdürmek için dış güçlerden destek almamız gerekirse, bu durmda kendi görüşlerimizi korumak koşulu ile, her kaynaktan yararlanmayı uygun görürüz. Sırf bu nedenle Bolşeviklerin durumunu, davranış tarzını ve kendilerinden ne derece yardım alabileceğimizi anlamak için girişimlerde bulundum.[13]
Bugün 67 ziyaretçi (85 klik) kişi burdaydı!
Burası sağ menü linkler vb şeyler gelecektir...
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol